Bir zamanlar ölüm, hayatın en sarsıcı gerçeğiydi.
Bir cenaze haberi geldiğinde, evin televizyonu kapanır, yüksek sesli kahkahalar yerini fısıldaşmalara bırakırdı. Mahalle sessizleşir, acının ağırlığı herkesin üzerine çökerdi. Ölüm yalnızca ölenin yakınlarını değil, o haberi duyan herkesi etkilerdi.

Ama artık tablo farklı.
Pandemiden bu yana, ardından yaşadığımız 6 Şubat felaketinden sonra, sanki ölüm karşısında başka bir toplum olduk. Ölenin ardından saygı için televizyonu kapatan, sohbetini yarıda kesen insan sayısı azaldı. Yas süreleri kısaldı, acının toplumsal ritüelleri giderek kayboldu.

Bunu anlamaya çalışıyorum.
Acaba bu bir duyarsızlaşma mı? Yoksa, üst üste yaşanan felaketler karşısında hayatta kalmak için geliştirdiğimiz zorunlu bir savunma mekanizması mı? Belki de sürekli acıya maruz kalan zihin, kendi kendine “yok sayma” yolunu seçiyor.

Fakat şunu unutmamak gerekir:
Hassasiyetimizi kaybettikçe, insanlığımızdan da bir şeyler eksiliyor. Ölümün ağırlığını hissetmemek, bir yandan bizi koruyor gibi görünse de, diğer yandan toplumsal bağlarımızı inceltiyor.

Peki ya biz, ölüme alışarak aslında hayata mı yabancılaşıyoruz?